25 Ekim 2014 Cumartesi

son günlerde sırrı süreyya önder ve nuray mert arasında çözüm süreci ile ilgili bir tartışma yaşanıyor. bu tartışma (kapışma da diyebilir miyiz?) süreceğe benziyor. ben de tarih sırasıyla tarafların çıkan yazılarını konuyu iyi takip etmek açısından derlemek istedim. şimdiye kadar nuray mert 2 yazı, sırrı süreyya önder'de 1 yazı yayımladı. taraf olmayacağım, yazılanları aktaracağım. karşılıklı cevaplar geldikçe de derlemeye devam edeceğim. bu toprakların bitmek tükenmek bilmeyen, ama bu toprakların insanını da tüketen bir sorunu tartıştığı için yazılanları önemsiyorum. ilk yazı sırrı süreyya önder'in 5 n 1 k programındaki söyleşisine cevaben nuray mert'ten geldi. (link vermeyeceğim, yazıyı direkt yapıştıracağım. çünkü zaman geçince bazı linkler kaldırılıyor) Barış süreci, iktidar ve ilahi Sırrı! 22/10/2014 23:23 NURAY MERT Yazayım diyorum gönlüm razı olmuyor, yazmayayım diyorum yine gönlüm razı olmuyor. Özellikle son birkaç hafta içinde, kendimi de dahil edeyim, büyük bir ikiyüzlülük içinde yaşıyoruz duygusu ağır bastı. Ucundan da olsa yazayım dedim. Hatırlarsanız, yola demokratikleşme ve Kürt barışının birbiriyle ayrılmaz bir bütün olduğu varsayımı üzerine çıkmıştık. Çözüm sürecinin ta başında, bazı çevrelerin dillendirdiği ‘Acaba Kürtler başkanlık sistemi pazarlığına mı girdi’ kuşkularına karşı çıktık. Sonra Gezi geldi. Ben Kürtlerin Gezi’de sokağa dökülmemesinin ‘haklı’ nedenleri olduğunu savundum, halen öyle düşünüyorum. Sonra 17-25 Aralık yolsuzluk soruşturmaları patladı. İşin bir ucunda iktidar bloku içinde kavganın tavan yapması vardı kuşkusuz. Ama ne olursa olsun bu vesileyle ifşa olanlar göz ardı edilecek şeyler değildi. Kürt siyasetinin ilk teşhisine göre ‘hükümete karşı bir darbe girişimi’ söz konusuydu. Ben Kürt siyasetinin bu yaklaşımına katılmayanlardandım. Ama, ‘Yeter ki barış sürecine halel gelmesin’ kaygısı ağır bastı. Bu esnada, iktidar eski müttefiki Cemaat’i tasfiye işine girişti ve bu tasfiye demokrasi ve hukuk kurallarının fazlasıyla dışına taştı. Yetmedi; MİT yasası, YÖK yasası gibi otoriter siyasete savruluş tüm hızıyla devam etti. Demokrasiden uzak bir sistemde barış süreci imkansız Sonuçta, benim kanaatim artık ‘barış süreci’ ile demokratikleşmenin yollarının birbirinden ayrıldığıydı. Doğrusu, ben, demokrasiden uzaklaşmış bir sistem içinde Kürtlerle barış sürecinin başarılı olmasının imkansız olduğunu düşünenlerdenim. Ancak, nihayetinde barış sürecinin tarafları yola devam ettiği sürece bize laf düşmez diye düşündüm, doğrusu hala böyle düşünüyorum. Ama artık hiç olmazsa birbirimize yalan söylemeyi bırakalım, daha açık konuşalım. Kürt siyasetinin bazı aktörleri gittikçe otoriterleşen siyaseti olabildiğince es geçerek ‘süreç’in ilerlediğini ifade ediyor. O halde, süreç bir şekilde devam ediyorsa, özellikle son güvenlikçi yasalarla iyice olgunlaşan otoriter bir iktidar/devlet ile yapılan pazarlıklar/görüşmeler çerçevesinde yürüyor. Buradan varılacak yol demokrasi ve toplumsal barış olabilir mi? Doğrusu, Kürt siyaseti içinde bu konuda bariz farklılıklar var gibi gözüküyor, ama kendileri farklılaşmadan söz etmediği sürece aralarına ‘fesat’ sokmak da olmaz, bu konuyu geçelim. Darbe tehlikesi mi? İşte tam bu noktada, yani işler iyice çetrefilleşince, yeniden dolaşıma sokulan ‘darbe tehlikesi’ giderek daha fazla seslendirilmeye başladı. Zaten bugünlere böyle geldik; artık darbe tehlikesi tamamen ortadan kalktıktan sonra bile, her otoriter adımın önünden veya ardından, ‘darbeyi gösterip, AKP’ye razı etmek’ diye özetleyebileceğimiz bir çerçevede, ‘darbe tehididi’ dolaşımda oldu. Sırrı Süreyya Önder’in devleti En son, HDP milletvekili ve İmralı heyetinin değişmez üyesi Sırrı Süreyya Önder, Cüneyt Özdemir’in 5N1K programında, olan biteni biz faniler için benzer biçimde özetledi. Önder’e göre, ‘Devlet tamamen ikiye ayrılmış vaziyette; bir yanda süreçten yana olanlar bir yanda buna karşı darbe yapmak isteyenler var.’ Devlet denilince tam olarak neyin kastedildiğini açık bıraktı ama, en çok ‘asker gölgesi’ne işaret ediyor. Sanki, Cumhurbaşkanı Erdoğan (zamanında başbakan olarak) Roboski katliamından sonra ‘asker’i kutlamamış. Sanki asker-sivil iktidar arasında mükemmel bir eşgüdüm devam etmiyor. Sanki, ‘PKK IŞİD gibi terör örgütüdür’ diyen, çözüm sürecinin baş aktörleri cumhurbaşkanı ve başbakan değil. Sırrı arkadaş bizimle dalga mı geçiyor? Komiklik başka komik olmak başka Özdemir, Önder’e ‘AKP içinde görüş farklılığı var mı’ diye soruyor, o da önce ‘Var’ diyor, ama tabii isim veremiyor. Zaten vermesine gerek yok… Önce şu sorulara bir cevap bulmak lazım: ‘Sürecin mimarları’ eğer ‘darbe tehdidiyle karşı karşıya’ ise PKK, PYD ve HDP üzerine söylediklerini neye yoracağız? ‘Sürecin mimarları’ böyle derse ‘darbeciler’ fazladan ne yapacak? Son güvenlikçi yasalar bu kabineden geçmedi de gizli darbeciler tarafından mı devreye sokuldu? Sahi Sırrı arkadaşımız, bizimle dalga mı geçiyor? Komiklik yapmayı sevdiğini biliyoruz, ama komik olmaktan çekinmez mi? Zekice olmasa da kurnazca bir yöntem Ama belli ki öyle bir kaygısı yok; dolu dizgin anlatmaya devam ediyor; ona göre ortada bir ‘darbe mekaniği’ var, tüm sorunlar bu mekanikten kaynaklanıyor. İktidara, çözüm sürecindeki ciddi sorunlara dair laf etmemek için zekice olmasa da kurnazca bir yöntem doğrusu. Zaten ne çekiyorsak tüm tarafların işi kurnazlıkla geçiştirmeye çalışmasından çekmiyor muyuz? Ha bir de yabancı istihbarat örgütleri var tabii! Sırrı kardeşimiz, Kobani olaylarını da ‘bölgede cirit atan istihbarat örgütleri’ne yoruyor. Ardından da adeti olduğu üzere bir buzağı hikayesi patlatıyor, yani sonuçta iş buzağı hikayesine dönüyor. Mesele Sırrı Süreyya Önder meselesi değil, bir ‘anlayış’ veya anlamayış meselesi Kendisini üzmeyi hiç istemem, sevimli bir insandır ama kimseyi aptal yerine koymaya çalışmaması kaydıyla. Dahası, mesele Sırrı Süreyya Önder meselesi değil, bir ‘anlayış’ veya anlamayış meselesi. Her zorlu dönemeçte, ‘darbe tehdidi’ bir de üzerine ‘yabancı güçler’, ‘karanlık eller’ kafasına müracaat etmek samimi ise ‘eyvah’, değilse yine ‘eyvah’! Ayrıca, Allah rızası için, bu laflara sarılanlar daha açık konuşsun, kimdir bu karanlık güçler? Hala bu ülkede karanlık odaklar ortalığı birbirine katabiliyorsa, hala darbeci güçler ciddi bir tehditse son 10 yılda hiçbir şey başarılamamış demek, öyle mi? Kimdir istihbarat örgütlerine talimat veren ülkeler? ABD ve AB ise onlarla müttefik miyiz düşman mı, bir karar versek. Peki İran mı? Yoksa tüm bunlar, her otoriter rejimin her zaman müracaat ettiği klişeler değil mi? Peki, böylesi bir siyasetin değirmenine su taşımak nesi? Tıkanma riski, daralan vade ve beklenen pazarlık Son olarak, ben bu ülkede yaşayan, demokratikleşme mücadelesi vermeye çalışan ve de Kürtlerin özgürlükleri ötesinde otonomisinin ‘çözüm’ olduğunu düşünen bir vatandaş olarak, barış sürecinden kimin ne anladığını, ne noktada olduğumuzu, müzakere edilenlerin ne olduğunu öğrenmek istiyorum. Buna hepimizin hakkı olduğunu düşünüyorum. Dahası süreç bu çerçeveye taşınmazsa sahici olmaktan ziyade ayak oyunları serisi haline gelir ve de bir noktada tıkanma riski taşır diye düşünüyorum. Şu da var ki vade daralıyor, erken bir tarihe alınması çok muhtemel genel seçimlerde veya hemen sonrasında hükümet tarafının Kürtlerle pazarlık konusunun ‘başkanlık sistemi’ ve otoriter sistemi pekiştiren anayasal düzenlemeler olacağı aşikar. Bana sorarsanız, Kürt siyasetinin bu pazarlığa ‘He’ deme ihtimali de yok, bu hareketin kendini inkar etmesi olur. Tehlikeli bir oyun O halde, neyi konuşuyoruz, kim kimi ne adına oyalıyor? Bu karşılıklı oyalamaların bizi çok riskli bir noktaya getireceği hesaba katılmıyor mu? Kobani olaylarını bu çerçevede anlamak, gelecekte karşılaşabileceğimiz çatışmalardan kaçınmak için daha iyi bir tedbir olmaz mı? Aslında, son görüşmede Öcalan, çok ciddi bir uyarı yaptı ve sürecin kendisinin ‘araçsallaştırılması’yla yürüyemeyeceğini söyledi. Oysa, belli ki, iktidar partisinin süreci dayandırdığı temel bu. Yoksa Öcalan neden habire diğer Kürt aktörlerine karşı biçimde konumlandırılmaya, takdim edilmeye çalışılır? Böylesi çok tehlikeli bir oyun değil mi? bu yazıya sırrı süreyya önder'in cevabı.... Ne iyi bir savaş vardır ne de kötü bir barış 24/10/2014 07:05 sırrı süreyya önder Ne iyi bir savaş vardır ne de kötü bir barış. Sürece böyle bakmak ve tüm zorlayıcı, bıktırıcı durumlarda bu bakışı unutmamak durumundayız. Hele hele savaş adı altında kendini tekrarlamak ve toplumsal bedeli çoğaltmaktan başka bir mekanik gelişmemişse bu mottoya dört elle sarılmak zorundayız. Nuray Mert ve Hasan Cemal başta olmak üzere, sürece dair “demokratikleşmeyi ıskalama” kaygılı eleştiriler, cevabını en saygın şekliyle almayı hak etmektedir; borcumuzdur. Yer yer küçümseme ve haksızlık sınırında gezinmeleri bizim tahammülsüz ya da kestirmeci bir tutum almamızı gerektirmez. İSYAN Barış söz konusu olduğunda, sürece baskıcı bir hükümetin herhangi bir yöntemle düşürülmesi olarak bakamayız. Demokrasi, isyan ve direniş güçleri, düşürülecek hükümetin yerine ne koyacaklarını hesap edemezlerse ya da daha kötüsü böyle bir hazırlıkları yoksa, mesela sokaktaki gücünü demokratik bir iktidar alternatifine dönüştürecek bir örgütlü güce ve kadroya sahip değilse olacak olan, egemenler arası iktidar hesaplaşmalarına kurban gitmektir. Kuşkusuz kastedilen mevcut iktidarı koruyup kollamak değildir. Kendi emeğimize ve direnişimizin semeresine sahip çıkmak için dikkatli davranmak tarihsel sorumluluğumuzdur. Sırf AKP gitsin diye, onun yerine bize en az onun kadar uzak ve sicili en az onun kadar sorunlu başka bir iktidarın inşasına vesile olacak bir yaklaşımın sorumluluğu tartışmalıdır. Bunu iyi yönetemeyen tüm öncüler halka karşı sorumlu duruma düşerler. Neredeyse bütün Arap Baharı isyanlarının başına gelen budur. Hatta yakın dönem siyasi tarihimizdeki yükselen sol dalgaların bastırılması ve onu takip eden iktidar biçimleri de bu konuda yeterli fikri verecek örneklerle doludur. BARIŞ Türkiye ve Dünya 'da barış denince akla gelen şeyin hâlâ ve ne yazık ki neyin alternatifi olduğu konusunda ciddi bir uzlaşı olmaması, hem dünya üzerinde barış kavramına gerekli hassasiyetin gösterilmemesinin hem de bu kelimenin ulusal ve uluslararası boyutta sürekli olarak reel politika malzemesi yapılarak kullanılmasının sonucu. Buna bağlı olarak da bugün Türkiye'de barış sürecine dair tartışmanın biçimsel ve içeriksel meşruiyetini değil de tarafların kim olduğu üzerinden analizini yapmaya çalışmak tüm dünyada yaşanmış barış süreçlerinin üstünden atlayarak reel politika malzemesi üretme kolaycılığına dönüşüyor. Dahası, bizzat barışın meşruiyetini tartışmaya açarak, Kürt halkı özelinde Türkiye'de bir barış gerçekleşecekse de bunun AKP döneminde gerçekleşmemesi temennisine varan; ancak barışın ve barış sürecinin yarattığı kazanımları bir kenara iten bir algı oluşuyor. Bu algı bazen Kürtler ABD uçaklarından ya da Türkiye'nin açacağı koridordan gelen yardımla yaşayacaklarına ölsünler zihniyetinde vücut buluyor, bazense 'AKP ile masaya oturmak' kalıbı etrafında sözüm ona bir etik tartışması açmaya çalışarak kendini gösteriyor. Oysa içinden geçtiğimiz şey adı üstünde bir 'süreç'. Bu sürecin tarafları var ve taraflarının iradesi etrafında yürüyor. Kürt özdeyişidir; Mırov xwe bı destê xwe ne xurine xura mırov naşkê. (İnsan kendini kendi eliyle kaşımazsa kaşıntısı geçmez.) DÜNYADA BARIŞ SÜREÇLERİ Dünya'daki birçok barış süreci birbirlerine karşı vur emri vermiş liderlerce görevlendirilen insanların oturduğu masalarda vuku buluyor. Güney Afrika'dan Kolombiya'ya, barış ve müzakere meselesinde tarafların masaya oturdukları anki ruh halleri arasında bir ortaklık varsa eğer, şu cümleyle özetlenebilir: Silahlı mücadele karşılıklı olarak ihtiyaçlara ve taleplere yanıt olmaktan çıkmıştır yahut ulaşılan aşamada yeni bir yöntem gerekli olmuştur. Yani Türkiye'nin Sri Lanka tipi bir modelle Kürtler'i yok etme ve sindirme politikası uygulamaktan vazgeçmesi, Kürtler'in ise silahlı mücadele ile uzun yıllar boyunca elde ettikleri mevzilerin ideolojik olarak güçlenmesi ve sosyolojik kökenlerine bakıldığında tutarlılığını koruması için mücadele ve müzakereyi birlikte sürdürmesi gereklilik haline gelmiştir. Bizim başından beri vurguladığımız 'hem mücadele, hem müzakere' terimi tam da bu nedenle dünyadaki bütün gerçek barış süreçlerinde özellikle de devlet şiddetinin hedefi olmuş, talepleri ortaya koyan taraflarla örtüşen bir yöntemdir. Silah bırakmayan ya da kısmen silah bırakan örgütlerle görüşen devletler olduğu gibi, çatışmasızlık ortamını ihlal eden ve hatta avantaj elde etmek için farklı yöntemler deneyen devletlerle de masada olmaya devam eden temsilcilerin varlığı bugün ortaya çıkmamıştır. Tam da bu nedenle barış sürecinin dünya üzerindeki diğer barış süreçleri arasında nasıl bir konumu olduğunu anımsatarak devam etmek gerekir. Dünyanın her yerinde süregelen barış süreçlerine baktığımızda devletlerarası olmayan barışlar arasında -Türkiye'deki barış süreci her ne kadar çoğunlukla FARC ve Kolombiya ya da İngiltere-IRA örneğine sıkıştırılmaya çalışılsa da - çok daha kapsayıcıdır. Vicenç Fisas'ın (*) vaktiyle yaptığı, aralarında yeniden entegrasyon, siyasal ve ekonomik iktidar paylaşımı, mübadele, çift yönlü güven arttırıcı önlemler ve özerklik bulunan bazı barış tipleri arasında tek bir kategoriyle sınırlandırılması pek de mümkün olmayan bir kategoriler arası statüsü olduğunu kabullenmek gerekiyor. Ancak bu şekilde, herkesin üstüne rahatlıkla konuştuğu; ama kimsenin devam edememesi halinde ödenecek bedelleri çok da düşünmediği barış sürecinin olası ve mevcut kazanımlarının değerinin farkına varabiliriz diye düşünüyorum. SÜREÇ VE SÜRECE DAİR USUL TARTIŞMALARI Türkiye'deki barış sürecinin temel motivasyonu, özellikle devlet dili üzerinden dile getirildiğinden çoğunlukla çatışmasızlık ve kanın durması olarak aktarıldı. Elbette, Türkiye Cumhuriyeti'ndeki çatışmasızlık durumu bile Cumhuriyetin tarihsel reflekslerine aşina olan birçoğumuz için sürpriz sayılabilir. Oysa barış süreci dediğimiz şeyin, bir 'çatışmasızlık sürecine' içerik ve biçim olarak indirgenmesi, bunun teknik/diplomatik bir tartışma olarak öne sürülmesi ve yönteminin içeriğinden daha çok tartışılır hale gelmesi birçok anlamda mevcut siyasal iktidarın iletişim politikalarının başarısı olarak aktarılabilir. Meclis'ten de çok alışık olduğumuz o 'usul' tartışmaları, barış sürecinin usulüne ilişkin tartışmanın sürecin vizyonu ve hedeflerine göre çok daha fazla tartışılmasına neden olurken, hem kategorik olarak özerklikten siyasal ve ekonomik iktidar paylaşımına uzanan, Kürt Hareketi'nce öngörülmüş programın tartışılmasına engel oluyor, hem de tartışılmayan talepler ve hedefler etrafından kamuoyu önünde yapılan tartışmalar iktidar partisinin sürekli manipülasyonuna ve barış sürecinin iktidar partisinin iletişim stratejisi olarak algılanmasına neden oluyor. İktidar partisi vekilleri ya da yöneticilerinin barışa yönelik söylemleri de basında sık sık yer alıyor; ancak bu söylemlerin çoğu şahıslar ya da tarafların güvenilirliği ya da söylemleri üzerine söylenmiş cümlelerle sınırlı kalıyor. Peki bu yeni bir yöntem midir diye baktığımızda, başlangıçta 'teröristlerle görüşülmeli mi?' gibi adeta tarih öncesinin siyasi kalıplarından kalma bir sorudan yola çıkarak bugüne kadar gelebilmiş sürecin, ağırlıklı olarak usul üzerine yapılan uzun süreli bir diyalogun sonucu olduğunu kim inkar edebilir? Buna bağlı olarak da usul tartışmasının, barıştan ve kazanımlarından daha fazla konuşulması, barış kelimesini ağzından düşürmeyen bir siyasal hareketin değil, barış sürecinin çatışmasızlık tarafını daha çok önemseyenlerin problemi olduğunu söyleyebiliriz. Ana muhalefet de dahil olmak üzere Türkiye siyasal yaşamındaki birçok legal partinin ve sivil toplum kuruluşunun bugün barış sürecinin meşruiyetine ilişkin tartışmalarda geri adım atmış olmaları, bu uzun soluklu usul tartışmalarının bir sonucu olmakla birlikte süreçle eş zamanlı olarak yükselen bir 'normalleşme' algısının da parçasıdır. Bu bağlamda da bugüne kadar barış sürecinden “Kürtler'in kazancı ne oldu?” sorusuna verilebilecek cevap, Ortadoğu'da süren savaş yüzünden pek de hissedilmeyen bir çatışmasızlıktan ibaret değildir. Fisas'ın barış süreçleri kategorilerine döndüğümüzde Türkiye'de özerklik meselesinin bu kadar yüksek perdeden tartışılabilmiş olması, Kürt Hareketi'nin vizyon olarak bunu benimsemesi, birlikte yaşama iradesine ilişkin söylemin Kürt Hareketi tarafından ve Türkiye Cumhuriyeti Devleti tarafından farklı tonlarda da olsa dillendirilmeye devam edilmesi, barış süreci dediğimiz sürecin yalnızca tek bir yüzü olarak değerlendirilebilir. Zira özellikle de Nuray Mert'in barış sürecine ilişkin “demokrasisiz barış olmaz” cümlesi üzerinden düşünüldüğünde, Fisas'ın 'mübadele' olarak adlandırdığı kategoriye bakmakta büyük fayda var. Barış sürecinde Sayın Öcalan'ın belirli periyodlarda gerçekleşen gerileme ya da kriz durumlarında ortaya koyduğu tarihler ve o tarihler etrafında yürüyen tartışmalar temel olarak çift yönlü güven arttırıcı yöntemlerle çözümlenmeye çalışılıyor. Çekilme ve süreci yürütenlerin legal durumu adına verilen yasal güvenceler, açık bir biçimde devletin ırkçı reflekslerinin sonucu olarak ortaya çıkan KCK davalarının teker teker çökmesi gibi hamleler her ne kadar barış sürecini olduğundan küçük göstermek isteyenler tarafından barış sürecinin olabilecek maksimum kazanımları olarak sunulsa da bunlar yalnızca AKP'nin güven arttırma yönünde attığı adımlar olarak ele alınmalıdır. Böyle yapılırsa, barış sürecinin genel hatlarıyla, Kürt Özgürlük Hareketi ve Türkiye Cumhuriyeti açısından ne kadar geniş bir programa ve ne kadar geniş bir vizyona erişebileceği konusunda gerçekçi bir yüzleşme mümkün olabilecektir. PEKİ SÜREÇ NEREDE? Dünyadaki süreçler üstünden düşündüğümüzde mevcut barış sürecinin bulunduğu aşamayı şöyle özetleyebiliriz: Ön keşif (araştırma), tarafların iknası, delegelerin güvenliği, riayet etme garantisi, metodoloji, gündem belirlenmesi, yol haritası, üst-anlaşmazlığın açıklığa kavuşturulması, aldatmacaları bir kenara bırakma, güven sağlama, karşı tarafın tanınması ve üçüncü kişilerin rolünü kararlaştırma aşamalarında karşılıklı olarak mesafe alınmıştır. Tam da bu anlamıyla Sayın Öcalan'ın kamuoyuna yansıyan ve bizim de açıklamalarımızda yer verdiğimiz ifadelerindeki iyimser tavır, eleştirilerin aksine bir Polyanna'cılık değil, bugüne dek gerçekleşmiş barış süreçlerinin içerisinde alınmış mesafenin göstergesidir. Bundan sonra ne olacak sorusu sıklıkla soruluyor. Bu soruyu yanıtlamak için dünyadaki örneklere bakmak yeterlidir. Artık meşru muhataplar yani asıl aktörler, mağdurlar ve etkilenenlerin göz önünde bulundurulduğu bir süreç yürüyecektir. Elbette sürecin bundan sonraki aşamalarının şeffaflığı gibi konular bizim açımızdan da hayatidir. Çünkü Kürt sorunu mahalli değil, küresel bir önem arz etmektedir ve tüm dünyanın gözünün burada olmasının nedeni de budur. DARBE MEKANİĞİ Nuray Mert Diken adlı sitede (http://www.diken.com.tr/baris-sureci-iktidar-ve-ilahi-sirri/) şöyle bir itirazı dillendiriyor. “…İşte tam bu noktada, yani işler iyice çetrefilleşince, yeniden dolaşıma sokulan ‘darbe tehlikesi’ giderek daha fazla seslendirilmeye başladı. Zaten bugünlere böyle geldik; artık darbe tehlikesi tamamen ortadan kalktıktan sonra bile, her otoriter adımın önünden veya ardından, ‘darbeyi gösterip, AKP’ye razı etmek’ diye özetleyebileceğimiz bir çerçevede, ‘darbe tehididi’ dolaşımda oldu…” Nuray’ın devamla “böyle demeseydi keşke” kabilinden, bana reva gördüğü sıfatları bir yana bırakırsak arızalı tespiti şudur: “artık darbe tehlikesi tamamen ortadan kalktıktan sonra bile…” Sanırım öfke ve kızgınlık devreye girdiği için benim “darbe” değil “darbe mekaniği” dediğimi ıskalamış. Yine de “hata bende, günah bende, suç bende” diyerek ve komik duruma düşmeden derdimi anlatmaya çalışayım. Bizim gibi ülkelerde darbeler biter ama darbe mekaniği bitmez. Bitmesi için darbe mekaniği ile esaslı bir yüzleşme ve hesaplaşma gerekir. Tabii ki bu hesaplaşmayı hem kamu vicdanında hem de hukuk önünde mahkum ederek sonuçlandırabilmek şartıyla. Peki bizde darbeciler ve darbe mekanizmasıyla yeterince hesaplaşılabilindi mi? Generalleri kapı kitleme usulüyle toptan derdest edilen ve esas komutanlarıyla beraber içeri atılan ama darbecilikten başka her şeyden yargılanan, ahirinde de alınmalarındaki sakillikle geri bırakılan bir ordu gerçeği var karşımızda. Öcalan bu operasyonu, “bir takım kirli suçlularla, çözümü isteyen subayların aynı çuvala konması operasyonuydu” şeklinde değerlendirmişti. En başarılı teğmeninden tutun, en tepedeki komutanına kadar zelil edilen ordu, çıtını çıkarmayı bırak sitem bile edememişti. Sarhoşken bile nara atamayacak hale gelmişlerdi. Peki ne oldu da böyle oldu ya da şimdi ne değişti de teğmeninden komutanlarına varana değin hepsi naralanmaya başladılar? Mesela bir teğmen seçilmiş bir siyasetçimize hakkı ve haddi olmadan “topraklarımızdan çıkın!” diyebiliyor ve üst komutanlar bu hünerinden(!) dolayı onu çağırıp taltif edebiliyorlar. Mesela Genelkurmay web sitesi, zorlama haberler portalına dönüşebiliyor. Sıralı sırasız komutanlar, her mevzuda (askerlik harici) muhtıra gibi görüş beyan edebiliyorlar. Mesela MİT, mahkemenin kendisine devlet sırrı konusunda sorduğu soru için Genelkurmayı işaret edebiliyor. Aynı MİT çok değil, bundan iki yıl önce, TBMM darbe araştırmaları komisyonuna Genelkurmay’a bağlı Özel Harp Dairesi yapılanması ile ilgili yaklaşık 4000 illegal ismi deşifre eden bir resmi yazı göndermişken hem de. Üstelik içinde akademisyeninden gazetecisine varan tonlarca isim için bir tek savcı bile harekete geçmemişken… Devlet dediğimiz şey bir hakim sınıflar ittifakıdır ve kendi aralarında sürekli didişirler. Bu didişme bazen kanlı, bazen seçim manipülasyonları, bazen de savaş ihracı gibi kırk parçada ve kırk biçimde olur, olagelmiştir. Gladiovari yapılar bunun sahadaki operatörleridir. Biliyoruz ki bir zamanlar maaşları bile başka devletler tarafından ödenmekteydi. Bir paranoya ya da AKP’ye razı etme durumu söz konusu değildir. Bu yapıların hepsi bugünlerde oldukça şiddetli geçen bir iktidar paylaşımı mücadelesini ağırlıklı olarak Kürtler üzerinden gerçekleştirmeye çalışmaktadır. Hizalanmayı görmek için günlük öfkelerden uzak bir bakış yeterlidir. Orada meselenin AKP ile sınırlı olmadığı ve günlük akılları hayli zorlayan bir hizalanmanın olduğu da görülebilir. Darbe mekaniğini en iyi Doğan Güreş “Muhtıra ya da darbeye gerek yok ne istersek yapıyorlar” diyerek açıklamıştı. Tansu Çiller başbakan olunca bir “Bask Modeli” deyivermişti de asker ona üniforma giydirtip Cizre kırsalında aldırtmıştı soluğu… Onun bu tutumuna hislenen bir komutan ileride “fistan giyerim” diyecek kadar coşmuştu, hatırlayınız. Akabinde gelişen kanlı süreci hatırlamak, darbe mekaniği dediğimiz şeyin neye benzediğini de sezebilmeyi getirir. Aynı mekanik Davutoğlu için de devrededir ve bizler bunu an be an tüm detaylarıyla görebilmekteyiz. Kobane için toplanan kalabalığı sürekli gazlayan bir jandarma refleksinin başka bir refleksi tetikleyeceğini bilenler bunun çapını da az çok tahmin etmekteydiler. İşte darbe mekaniği böyle çalışır. En akil olan bile gelişmelerin aldığı kaotik hal karşısında demokratik mekanizmalardan değil de askeri tedbirlerden medet ummaya başladığında bu mekaniğin darbeyle sonuçlanması mukadderdir. Tek farkla; artık el konulacak radyo-tv istasyonlarının bolluğu ve güçlüğü dolayısıyla bir sabah genelkurmay başkanının sesi yerine meclise sunulmuş bir güvenlik paketi olarak çınlar! Okuyanın hükümet sözcüsü olması, yapılanın bir darbe olmadığı anlamına gelmez. Devlet ricali ve bu kaostan yağ çıkartacak yancılar bir çırpıda aynı çizgide hizalanırlar. İşte Kürt halkı ve onun öncüleri bu yüzden sizin güzel akıllarınızdan çok kendi hafızalarına müracaat etmeyi tercih ederler. Bin kere ölüp dirilenler onlardır çünkü. Hükümetin ve bir kısım aklı evvelin, son vebali Öcalan, HDP ve Demirtaş’a yüklemeye çalışması, darbe mekaniğini yağlamaktan başka bir işe yaramaz. Bu mekanik gıcırdayarak da olsa hep çalışıyor çünkü. SÜRECİN İLGİNÇ HATIRALARI İlk İmralı ziyaretimizle birlikte Öcalan’ın tarihi Newroz bildirisi için KCK’ye yazdığı mektubu Kandil’e götürüyorduk. Görünürde devlet ittifak içindeydi ve gidişimiz için tüm düzenlemeler ve onaylar (!) yapılmıştı. Kandile yaklaşık 10 km. kala F16 lar güzergahımızı bombalamaya başladılar. 4 gerilla yaşamını yitirdi. Kandil buluşmayı iptal etti. Tam geri dönüşe geçmişken Dönemin Adalet Bakanı ve süreçte büyük emek sahibi Sadullah Ergin, Genelkurmay’la görüşüldüğünü ve yeniden mutabakat sağlandığını bildirmişti de Newroz bildirisi öyle gerçekleşti. Paris Cinayeti, tam da Sayın Öcalan’la ilk görüşmelerin ve mutabakatların sağlandığı esnada olmuştu. Son Bingöl saldırısının arkasındaki dinamikler objektif bir soruşturmayla ve yayın yasaksız araştırıldığında ortaya çıkacak olan şey bu mekaniğin nasıl kusursuz ve hızlı çalışmaya başladığını gösterecektir. Şimdi anlatılamayacak sayıda ve nitelikte yüzlerce provokasyonu bizzat yaşadığımız için uyarılarımız vesvese değildir. Bölgeden çıkarı ya da korkusu olanlar da boş durmuyorlar elbet. DIŞ MİHRAKLAR! Günümüzün dış mihrakları Lawrence gibi değiller. Açık sinir uçları ve olası tıkanma noktaları hakkında esaslı öngörüleri var. Bir de buna karşı hazırlıkları. Ne yapıyorlar? Meyil veriyorlar! Bir kez meyil verince her şeyin oraya akacak olması bir fizik yasasıdır çünkü, biliyorlar. Bu yüzden CNN’deki 5N1K programında söylediğim buzağı örneği komik olsun diye değildir. En basitinden bir farkındalık yaratmak içindir. Bunu komik bulmak, komik bile değildir deyip geçelim. Ajan-provokatör faaliyetleri bir yana bırakabiliriz, gördüklerimizi ve bildiklerimizi bile söylesek destan olur. Görünür olanlara bakınca, yani ABD’den Almanya’ya, İngiltere’den Fransa’ya varana değin bölgede yaratılan yoğunlaşma karşısında en milliyet sevmez olanımıza bile şunu dedirtmez mi?. “Dağ bizim, maral bizim, avcı burda ne gezer? “ Peki barış sürecinin başarı şansı nedir? Bütün bu karmaşanın içinden Barış Sürecinin başarı şansı üstüne konuşmanın kendisi tedirgin edici bir şey. Yine de bu konuyu biraz daha ayrıntılandırmak gerekiyor. 2011 istatistiklerine bakarsak o yıla dek dünyada yürümüş barış süreçlerine bakıldığında %25'lik bir tam başarı oranı görünüyor. %10'u aşkın bir oranda ise hala sürmekte olan ya da kusurlarına rağmen sona ermiş barış süreçlerinden söz ediliyor. Bunun aksine ise devletler açısından %36'lık askeri zaferle sonuçlanan çatışma/barış süreçleri görülüyor. Bu istatistikler her ne kadar çok 'aydınlık' bir tabloyu işaret etmese de aklın iyimserliğine sarılıp, Ortadoğu'da savaşın geçmişte olmadığı gibi bugün de bir çözüm yöntemi olamayacağı fikriyatını kabullenmek, hepimiz için belki en iyisi değil ama kuşkusuz en insani olanı olacaktır. SON SÖZ Direnişin sıcaklığı ve heyecanının herkesi sardığı anlarda, içimizden bazılarına bir görev düşer. O da bu emek ve bedellerin, yitip giden canların boşa gitmemesi için, başka emellere hizmet etmemesi için “isyanın siyasetini ve diplomasisini” yapmaktır. Bu iş direniş çizgisinin en sevimsiz işidir ve kahramanlık getirmediği gibi kasabın bıçağını yalayıp duran günah keçiliğine de ilk sıralardan aday olmaktır bir anlamda. Biz bir kaç arkadaş bu bıçak sırtı görev için başından beri bu ince sırattan herkesin yarasız beresiz ve onuruyla geçmesine çabalıyoruz. Bizi eleştirin kuşkusuz bu bizim daha az yanlışla yürümemizi sağlayacaktır. Ama en azından asgari bir adillik ve dikkat beklemek de bizim hakkımızdır. Bütün dertli meseleleri tümden çözebilen tek bir direniş henüz icad edilmemiştir. Dediklerimizi hep en net olarak demekle ve bunun ödenmiş bedelleriyle maruf bizlere kurnazlık yaftası büyük haksızlık. Bu yaftaların dışındaki önerilerinizi de daha iyi duyabilmek istiyoruz ama ah keşke bu kadar yukarıdan gelmese sesiniz. * Vicenç Fisas Armengol, Özerk Barselona Üniversitesi, Barış Kültürü Okulu’nda (Escola de Cultura de Pau – ECP) idarecidir ve aynı üniversitede Barış ve İnsan Hakları konusunda UNESCO’ya başkanlık etmektedir. Bradford Üniversitesi adına barış hakkında yaptığı çalışmalarla doktora unvanı almış ve barış süreçleri, silahsızlanma, barış üzerine araştırmalar ve anlaşmazlıklarla ilgili incelemeler hakkında 30′un üzerinde kitap yazmıştır. 1988′de İnsan Hakları Ulusal Ödülü’nü ve 2008′de Sosyal Girişim Ödülü’nü almıştır. bu yazıya nuray mert'in cevabı... Cevaba cevap: ‘Barışın diplomatı’na ‘aşağı’dan bir ses! 24/10/2014 15:46 NURAY MERT Sırrı Süreyya belli ki ‘isyanın diplomatı’ sorumluluğu gereği son yazıma karşılık bana uzun bir yanıt vermiş. Doğrusu ben tartışmanın devamından memnunum, zira konu çok önemli. Uzun cevabında Sırrı arkadaşımız özetle diyor ki, ‘Barış zor iştir, ama esas olan savaşmayı sürdürmek değil bu zoru başarmaktır. Doğru. Barış sürecinin kazanımları göz ardı edilemez.’ Doğru. Ayrıca diyor ki, ‘Hal böyleyken, çıkış noktası her şeyden önce AK Parti’ye karşı durmak olanlar var ve süreci de bu çerçevede değerlendiriyor, Kürtlere ‘Bu adamlarla barış yapmayın’ demeye getiriyorlar’. Doğru. Söylediklerime cevap değil İyi güzel de, bunlar benim söylediklerime cevap değil. Yazdıklarım, söylediklerim, kişiliğim ortada. Ne yola ‘AKP’ye muhalefet olsun da ne olursa olsun’ diye çıkmış ve o noktaya mıhlanmış biriyim, ne de ‘Barış olacaksa da AKP döneminde olmasın’ diyecek kadar kısa akıllı ve daha önemlisi insafsız biriyim. Ayrıca, mesele sadece ben değilim; demokratikleşme sorunu üzerinden söz söyleyen herkesin bu kategoride değerlendirilmesi büyük bir haksızlık ve insafız bir itham. En kötüsü, Sırrı kardeşimiz ‘barışın diplomasisi’ için ter dökerken, ‘Ama işin heyecanı kaçtı, Kürtler savaşsın biz temaşa edelim’ diyecek tıynıyette biri olamam. Bu tıyniyette olan var mıdır veya kaç kişidir onu da bilemiyorum. O ihtar kime? Hal böyleyken, Sırrı Süreyya’nın ‘Barış söz konusu olunca, sürece baskıcı bir hükümetin herhangi bir yöntemle düşürülmesi olarak bakamayız’ ihtarı kime? Doğrusu ben üzerime alınmayı zül sayarım. ‘Sırf AKP gitsin diye’ başlayan ithamlar neyin nesi? ‘Barış süreci üzerine tartışmalarda tarafların kim olduğuna değil mahiyete bakmalı’ akıl öğretmesine kimin ihtiyacı olduğunu düşünüyor? Belli ki muhatabı benim ama, doğrusu böylesi bir hatırlatmaya maruz bırakılmayı sadece hadsizlik olarak görebilirim. Dokundurmalara gelince… Kürt siyasetinin ‘bizim güzel akıllarımıza’ değil, kendi mücadelesi temelinde hareket ettiği ve ‘sesimizin yukardan gelmesi’ dokundurmalarına gelince… Bunlar çok bildik ‘Kürtler barış istiyor ama bazı Türk entellektüelleri, Nişantaşı solcuları bundan rahatsız oluyor’ ithamının tekrarından başka bir şey değil. Sevgili kardeşim, kusura bakma ama bu iktidar borazanlarından çok duyduğum(uz) bir itham. Onların derdi, Kürtler ve dostları arasına çizgi çekme, Kürt siyasetini rehin alma çabası. Seninki ne, anlayamıyorum. Gayret benden tevfik Allah’tan! Dahası, ben kendi hesabıma söyleyeyim, kimseye akıl vermek, siyaset belirlemek ihtirası gibi bir derdim olmadığını herkes bilir; öyle olsaydı, ‘güzel aklım’ı o yolda çalıştırır, siyasetin bir ucundan tutar, yine ‘güzel aklım’la yaptıklarımın fedarakarlık olduğuna herkesi ikna etmeye çalışırdım. Bugüne kadar ‘güzel aklım’ı, doğru veya yanlış ‘haklı ve adil’ olduğunu düşündüğüm şeyleri seslendirmek için kullandım, işe yaradı mı bilmiyorum ama benim gayretim bu yönde. Gayret benden tevfik Allah’tan! Asıl cevap ‘yukarı’dan Hem nereden çıktı sesimin bu kadar ‘yukardan’ geldiği? Ben bir vatandaş olarak mütevazi sorular sordum. Asıl cevabı yukarıdan, ‘barışın diplomatlığı’ mevkiiden geldi. Diğer taraftan, Sırrı kardeşimiz kadar entelektüel olmasam da devletin, barışın, isyanın, diplomasinin ne olduğuna dair derse ihtiyacım olmayacak kadar ortalama bir akıl ve bilgiye sahibim. Tabii ki, herkesin bir diğerinden öğreneceği çok şey vardır, ama bunlar arasında (benim açımdan) otoriterleşmeye kılıf haline getirilmeye çalışılan darbe analizleri ve ‘darbe mekaniği’ teorisi yok. Çok basit birkaç soru? Kısacası, arkadaşım, bunları bırakalım da, çok basit birkaç soruya cevap aramaya devam edelim. Hatırlatma babından sıralayayım: Mevcut iktidar halen askerin darbeci gölgesi altında mıdır? Öyleyse, kendi iktidar alanını bu denli genişletme gücüne ne demeli? Seçilmiş bir Kürt siyasetçiye hakaret etme cüreti gösteren teğmene karşı, başta en tepedekiler olmak üzere onlarca sivil siyasetçi, seçilmiş bir başka Kürt siyasetçiye askere taş attığı için bunca hakareti asker korkusuyla mi yapmıştır? Medyayı, ekonomiyi ve nihayet yargıyı istediği gibi düzenleme gücü olan bir iktidar iş Kürt meselesi olunca neden birden bire kırılgan ve darbecilere karşı korunması gereken bir güç haline geliyor? Tezkere’de PKK’nin ‘terör örgütü’ olarak adının İŞİD’den çok geçmesi, asker tasarrufuyla mı oldu? Son ‘güvenlik paketi’ni, iktidara rağmen darbeciler mi çıkardı? İktidar HDP’ye neden bu kadar yükleniyor? Yalçın Akdoğan, Kobani olaylarından ötürü sorumlular arasına neden son olarak Öcalan’ı da dahil etti? Cumhurbaşkanı başta olmak üzere PYD’ye ‘terör örgütü‘ demekte ısrar eden iktidar siyasetçileri darbeciler arasında sayılabilir mi? Sivil siyasetçilerin daha dillerini bile değiştirmekten uzak durduğu bir ortamda darbecilere fazladan iş düşer mi? Tabii biz, kelle koltukta barış diplomatı olmadığımız için bu işlerin inceliğini kavrayamıyoruz, laf kalabalığını bırakıp anlatsanız da dinlesek. Mesele, barışın riske girmesi Sevgili kardeşim, ben başından beri, ‘barış süreci‘nin lafının bile telafuz edilmesinin önemli olduğunu söyleyen, Kürt siyasetinin ne olursa olsun masayı terk etmemesini çok önemseyen biriyim. Dahası, demokratikleşme ile barışın yolu ayrılsa bile barış sürecinde ısrar etmek gerektiğini söyleyip duruyorum. Mesele bu değil; mesele artık barışın riske girdiğini düşünmeye başlamam. Otoriter siyasete darbe kılıfı Barış diplomasisinin sorumluluğu iktidarla illa çatışmak değil bazı gerçekleri hatırlatmak olmalı. Yoksa, iktidarın gönlünü hoş etme çabası, kaçındığımız çatışmalı sürece geri dönüş gibi feci bir sonuca yol açabilir. Hepimiz biliyoruz ki Kobani olayları, böylesi bir yolun açık olduğunu gösterdi, ama iktidar hala sorumluluğu HDP ve tüm Kürt siyasi aktörlerine yükleyerek yoluna güvenlikçi siyasetlerle devam etmeye çalışıyor. Böylesi bir kavrayışsızlık, çözüm ve barışı fazladan tehlikeye atar ve evet, bu noktada demokratikleşme ile barış sürecinin yollarının buluşması dışında seçenek yok. Hal böyleyken, darbe tehlikesiyle yola çıkmak, iktidarın otoriter siyaset savruluşuna kılıf bulmaktan öte bir anlam taşımıyor. İşte böyle güzel kardeşim… Benim meselem ‘öfke, kızgınlık’ değil, olamaz, sana yönelik bir öfke benden sadır olmaz, neden olsun? Bırak bu kuruntuları, hem önemli olan kimin niye söylediği değil söylenen şeyin ‘mahiyet’i. Sen böyle demiyor muydun? Madem dağ bizim maral bizim… Son olarak, şu dış mihraklar meselesine gelince, yine güzel bir söz devreye girmiş ‘Dağ bizim, maral bizim, avcı burda ne gezer.’ Gerçekten bu konuya girmek istemezdim, ama madem ‘Dağ bizim maral bizim’ başta ABD olmak üzere koalisyonu Kobani’ye yardıma niye çağırdık? Niye ‘Dağ, maral, dahası gerçekten de büyük bir direniş var ama ağır silahsız olmuyor’ dedik? Evet, bu dünya, acımasız bir yer, dahası ‘tüfek icat oldu mertlik bozuldu’, ama işte gerçekler böyle. Hem böyle olunca ‘barışın diplomatları’na düşen, iktidarın gerçeklerini dikkate almak olduğu kadar, bölgesel, uluslararası gerçekleri de dikkate almak olacak. Bence şu dış mihraklar konusunu burada kapatalım. Tabii diplomatlığa aklımız ermez ama benden söylemesi. şimdilik bu kadar, ama devam edecek gibi görünüyor.

18 Eylül 2013 Çarşamba

salih memecan karikatür cizmiş. bi söz vardır, ''kişi herkesi kendi gibi bilir'' diye. kendisi emir kulu olduğu. yandaşlıkta sınır tanımadığı ve de gezi direnişçilerini de kendisi gibi sandığı için böyle kötü bir şeyler cizmiş. ben karikatür saymıyorum, sayan varsa aklından zoru vardır derim...

17 Eylül 2013 Salı

helikopter

bu ne biçim iştir? helikopter sınırımızı ihlal etti diye düşürülüyor. sınırın diğer tarafında radikal isyancılar bekliyor (helikopterin düşeceğini / düşürüleceğini biliyormuş gibi) pilotu da öldürüyorlar. yetmiyor filme alınıyor... ne diyeyim?